YEREL TARİH
AKŞEHİR ADININ ANLAMI VE KÖKENİ
Mustafa YILDIRIMER
Tarihte kurulan her köyün, her şehrin adının ister gerçek olsun, ister rivayet, isterse efsane bir hikâyesi vardır. Bu hikâyeler şehir tarihlerinin bir parçasıdır, şehir tarihleri bunlarla yazılır. Bu çalışmada, Akşehir adının tarihi/gerçek hikâyesi araştırılmış, şehrin adları, bunların nereden gelmiş olabileceği, neden bu adın verildiği, Anadolu’da benzer yer adlarının olup olmadığı üzerinde durulmuştur. Akşehir adının verilmesini etkileyen beşeri ve doğal şartlardan, yer adı verme usul ve geleneklerinden söz edilmiştir. Böylece çeşitli yazılı kaynaklarda yer alan Akşehir şehrinin adlarıyla ilgili bilgiler bir araya getirilmeye çalışılmıştır.
Akşehir, Konya’ya bağlı büyük bir ilçenin merkezi, 2008’de 63 472 nüfuslu bir şehirdir. Anadolu’nun ortası ile batısı arasında, Orta Anadolu’nun Ege ve Akdeniz Bölgeleriyle birleştiği yerdedir. Burası Sultan Dağlarının kuzeydoğu eteğinde, aynı adı taşıyan gölün 8–9 km. güneyindedir. Konya’yı İstanbul, Eskişehir, Bursa ve İzmir bölgelerine bağlayan en kolay ve kısa doğal yolun üzerinde, geçiş yeridir. Akşehir, Selçuklu payitahtı Konya’nın hem batıya açılan kapısı hem de ön savunma bölgesiydi. Konya’nın yakınında ve önemli bir geçiş yerinde olması tarihin her döneminde şehrin iktisadi, sosyal ve kültürel yapısını etkilemiş ve biçimlendirmiştir.
Anadolu’nun bu bölgesinde yerleşim izleri tarih öncesi çağlara kadar inmekle birlikte şimdiki Akşehir şehrinin milattan üç yüz yıl kadar önce Philomelion adıyla kurulduğu sanılmaktadır. Anadolu’nun Türkler tarafından fethinden sonra ile birlikte Türkiye Selçuklu Devletinin idaresinde Akşehir adıyla anılmaya başlamıştır.
Akşehir, Roma İmparatorluk döneminde önce Asia, sonra Pisidia Eyaletinin, Türklerin fetih döneminde Bizans idaresinde merkezi Konya olan Anadolu Teması’nın sınırları içindeydi. XI. Asrın sonlarında ise Selçuklu devletinin kurucusu Süleyman-Şah’ın doğrudan hükmettiği bölgedeydi. İlk asırlarda Türklerin Bizans ile doğrudan ilişkileri ve etkileşimi en yoğun düzeydeydi. Bu dönemde, göçebe ve akıncı Türkler bir yandan Haçlı ve Bizans saldırıları karşısında hayatta kalmaya bir yandan da buraları yurt tutup yerleşmeye çalışıyordu. Yan yana yaşayan Türklerle Rumların dilleri, adetleri de karışmış, yeni göçlerle şehir hayatı geliştikçe Bizans etkisi azalmış, İslam medeniyetinin tesirleri de artmıştır.
Anadolu’ya ilk gelen ve sayıları bir iki milyon arasında bulunan Türkmenler genellikle mevsimlik ya da kendine özgü göçebe bir hayatı sürdüren topluluklardı. Bunlar asayiş nedeniyle küçük gruplar halinde Anadolu bozkırlarına dağıtılmış, batıda uç bölgelere yerleştirilmişlerdi. XIII. asırdan itibaren göçebelerle birlikte sanatkârlar, tüccarlar ve âlimler de Anadolu’ya gelmeye, şehirlere yerleşmeye ve çevrelerini değiştirmeye başlamışlardır. Yerleştikleri toprakları vatanlaştırmanın ilk aşaması olarak ta yaşadıkları yerlerin adlarını dillerine uydurmuşlardır.
Türkler yer adlarının verilmesinde birtakım kurallar uygulamış, hiçbirisini tesadüfen vermemiştir. Her isim verilişinin tarihî bir alt yapısı bulunmaktadır. Türkler Anadolu’ya geldiklerinde, buralardaki meskûn yerlerin adlarını Türk fonetiğine uydururken, Akşehir gibi terk edilmiş yerlere yerleştiklerinde yeni ve genellikle de Türkçe adlar vermişlerdir. Bu adlandırma geleneğinde sırasıyla, fizikî özellikler, etnik adlar, şahıs adları ve renk adları ön plana çıkmaktadır. Yer adlarında renklerin kullanılma sebeplerinin başında yerleşim yerlerinin fiziksel özellikleri gelmiş, ikinci olarak ta sembolize ettikleri yönlere göre renklere görev verilmiştir. Fakat renklerin yön bildirme görevleri, yerin fiziksel özelliklerini nitelemeleri kadar yaygın ve kesin olmamıştır.
Akşehir, Selçukluların tamamen terk edilmiş yerlerde yarı Türkçe adla yeniden kurdukları şehirlerden birisiydi (Koca 2008: 28). Türkler, bu Hıristiyan Bizans şehrini büyük ölçüde yeniden düzenlemiş (Baykara 2006, 277) ve Roma kolonileri gibi yeniden kurmuşlardı. Selçuklular hiç oturulmamış yerlerde pek şehir kurmamışlar, genellikle eski Bizans şehirlerine yerleşmişlerdi. Bu şehirlerde ya hiç ara verilmeden oturulmuş, ya da belirli bir aradan sonra yeniden oturulur duruma getirilmiştir[1]. Bazı yerlerde ise, yakında kurulan yeni bir şehir eskisinin yerini almıştır. Bu sürekliğe çoğunlukla adlar da eşlik etmiştir (Cahen,1979; 191–192). Kesintisiz oturulan şehirlerin eski adları Türkçe söyleyişe uydurulmuş ya da eski söylenişine yakın olan Türkçede kullanılan kelimelerle değiştirerek Türkçeleştirilmiştir. Bu yüzden Anadolu’daki büyük şehirlerin pek çoğunun adı Türkçe değildir ya da sözlük karşılığı olmayan kelimelerdir. Yeni kurulan ya da yeniden canlandırılan çoğu batı Anadolu’daki küçük ve orta boydaki şehirlere Türk adları verilmiştir. Böylece on üçüncü asra gelindiğinde şehir adları tamamen Türkçeleşmişti. Philomelion adlı Bizans şehri de bu Türkleşme sürecinin bir parçası olarak halkın Akşar dediği Akşehir adını almıştır.
Akşehir adını, buradan gelip geçenler değil burada yerleşenler, devamlı yaşayanlar vermiştir. Çünkü yer isimleri, toplumun coğrafya ile çok çeşitli ilişkileri sonucunda ortaya çıkan ve insanın coğrafya ile bütünleştiğinin sağlam işaretlerdir. Bu nedenle bir yer adının verildiği tarihin saptanabilmesiyle, adı kalıcılık kazanmış bir grubun oraya yerleşme tarihi de belirlenmiş olmaktadır. Yerleşik hayatın başladığı ya da oranın adlandırıldığı dönem, yörelere ve çeşitli Türkmen gruplarının niteliğine göre değişmiştir (Cahen 1979, 155).
Akşehir adı, hele XIII. yüzyıldaki Akşar şekli, bu yörede Türk hâkimiyetinin kesin kanıtıdır. Bu doğrudan yarı Türkçe adlandırma şehrin yeniden kurulduğunun da bir işareti niteliğindedir. Türkler coğrafyası ile bütünleştikleri, yeniden canlandırdıkları yerleri kendileri adlandırmışlar, Bizanslıların yaşadığı yerlerin isimlerini aynen devam ettirmişlerdir (Baykara, 2000: 30, 71; Baykara, 1990: 38). Dönemin yaşanabilir şehirleri kastra denilen az nüfuslu kalelerden ibaretti. Türkler bölgeye ilk geldiklerinde Akşehir, harap ve terk edilmiş bir Bizans-Rum yerleşmesiydi. Türkler tarafından yeniden kurulmuş ve adlandırılmıştı.
Anadolu’da XI. Ve XII. yüzyıllarda konuşma ve yazı dilleri ile bunları kullanan kesimler arasında yer adlarına da yansıyan bir farklılık söz konusuydu. Bizans ve fetih döneminin yazı dilinde geçerli olan yer adlarını Anadolu halkı benimsememiş, XV. asra kadar yerli kaynaklarda da halk diline itibar edilmemiştir (Akşit, 2000).
Türkler geldiğinde Anadolu’nun yerli halkı kendi lehçeleriyle karışmış bir Yunanca (Rumca) konuşuyordu. Devlet ve kilise dili ile 630’dan sonra yer adları tamamen Yunancaydı. Yunancayı halk kaba ve fena telaffuz ettiğinden yerli isimler halk dilinde türlü değişikliklere uğramıştı. Yazı dili ve dolayısıyla günümüze kadar ulaşan yer adları genellikle Yunancaydı ve konuşma dilinden farklıydı (Ramsay, 1960; 24, 103, 437).
Anadolu’da Türkçe beylikler döneminde önem kazanmış, Selçuklular Türkçe konusunda fazla ısrarcı olmamışlardı. Bu tutum yer adlarına da yansımıştı. Türkiye Selçuklularında XIII. yüzyıldan önce ilim ve din dili Arapça, devlet ve edebiyat dili ise Farsçaydı. Halk arasında beş dil konuşuluyor, yazı dilinde Arap harfleri ve imlası kullanılıyordu. Türkçe, sadece sözlü gelenekte yaşayan bir konuşma diliydi. Eski Anadolu Türkçesi denilen bu dilin en büyük temsilcisi Yunus Emre (1240–1320) idi. Karaman oğlu Mehmet Bey işgal ettiği Konya’da Selçuklu divanından meşhur Türkçeden başka bilmediği dilleri yasaklama kararını çıkardığında (Mayıs 1277) Farsça, adeta devletin resmi dili olduktan başka şehirde gündelik konuşma dili gibiydi (Baykara, 1998; 110). Bu dönemde Konya, Yunanca konuşan insanların oturdukları yerlerin merkezi (Dar-ül- Mülk-i Yunan) olarak tanımlanıyordu. Türkçe ilk defa Osmanlılar tarafından devlet işlerinde kullanılmış, devlet dili sayılmıştı (Turan, 1996; 426, 427, Baykara; 2000; 217). Kısaca, Anadolu’da Türklerin XIII. asra kadar yazı dilleri yoktu, Türkçe sadece konuşma diliydi. Bu dönemde şehirlerin kullanılan eski adları sürdürülmüş, günümüzdeki adlar daha sonra verilmiştir.
Böyle bir dil ortamında verilen ve yerleşen Akşehir adı, ilk bakışta beyaz bir şehri akla getiriyorsa da adın verildiği, ilk kullanıldığı zamanın ve coğrafyanın siyasi, iktisadi, kültürel ve doğal şartları bu yer adının beyaz rengin yanında ya da dışında başka anlamlara da gelebileceğini göstermektedir.
Akşehir, Selçukluların ilk fütuhat devrinden itibaren Orta Anadolu’da meydana çıkan Türkçe yer adlarından birisidir (Turan, 1996; 264). Ancak bu adın ne zaman, neden ve nasıl verildiği hakkında kesin bir bilgi yoktur. Şehrin, Selçuklu dönemini yansıtan kaynaklarda bu adla anılması, Türkçe ak ve Farsçadan Türkçeye geçmiş şehir kelimelerinden oluşan yarı Türkçe adı, İslami İran (Fars) kültürünü benimseyen Türklerin buralara yerleştiklerinde bu adın verildiğini göstermektedir.
Bir kelime yer adı olunca özel ad olmakta, sözlük anlamı ortadan kalkmaktadır. Bu bakımdan Akşehir kelimesinin Konya’nın bir ilçesinin merkezi olan şehri göstermek görevinin dışında başka bir anlamı yoktur. Akşehir kelimesi, sözlük anlamı bulunmamakla birlikte sözlükte karşılığı bulunan anlamlı ak ve şehir kelimelerinden yapılmış bir yer adıdır. Bu kelimeler fütuhat dönemi de dediğimiz XI ve XII. Asırlarda günümüzdekinden başka anlamlara da geliyordu.
Türkçe ak sözü en açık rengin adıdır. Bu söz dilimizde birçok alanda yerini Arapça beyaza bırakmıştır. Ancak ak ve beyaz kelimeleri tam olarak eş anlamlı değildir. Kullanılışları farklıdır. Türkçe ak'ın pek çok mecazi anlamı olduğu halde, Arapça asıllı beyaz dilimizde daha çok gerçek veya sözlük anlamı ile kullanılmıştır. Renkler, gerçek niteliklerinin yanı sıra bazen bir değer yargısını, bazen de bir yönü ifade etmiştir. Eski Türklerde ak; temizlik, arılık, ululuk, yaşlılık, tecrübe, büyüklük gibi yüceltici sıfatlarının yanı sıra Batı'yı temsil eder. Eski Türkler yönleri renklerle belirlemişler, kuzeye kara, güneye kızıl, doğuya gök, merkeze veya ortaya sarı (altın), batıya da ak demişlerdir. Karaman ilinin batısında yer alan Aksu ile doğusunda yer alan Göksu bu kabilden adlandırmalardır (Kafalı, 1996; 50). Yer adlarında renklerden en çok kara, ikinci olarak ta ak kullanılmıştır. Türk dilini yaratan ve yaşatan halk yer adlarında beyaz kelimesini benimsememiştir (Eren, 1989; 164).
Türklerin ak rengin adını yön bildiren anlamda kullandıkları en çarpıcı örnekler Akdeniz ve Karadeniz adlarıdır. Türkler, Anadolu'yu fethettiklerinde, Kırım (Pontus) Denizi (Yunanca Pontus Euxinus) denilen denize kuzeydeki deniz anlamında Karadeniz adını, Avrupa dillerinde Mediterranean Sea olarak adlandırılan ve Rum Denizi ya da Derya-yı Magrib de dedikleri denize batıda yer almasından dolayı, Batı Denizi anlamında Akdeniz adını koymuşlardır (Özey; 2001). Bu tamamen Türk kültürüne uygun ve bilinçli bir adlandırmadır. Aynı anlayışla, Bizans’tan aldıkları Philomelion (Filomelyum) şehrine başkentleri ve kültür merkezleri Konya’nın batısında olmasından dolayı Akşehir adını vermiş olmalıdırlar. Bu, belgesi olmasa da mantıki delilleri güçlü, göz ardı edilmemesi gereken bir ihtimaldir.
Akşehir adının ikinci kelimesi şehir Türkçeye Farsçadan geçmiş, İslâmiyet’in kabulünden sonra Balık kelimesinin yerini almıştır. Farsça şehir kelimesi, köylü olmayan nazik, görgülü insan anlamına gelen şehri sözünden gelmekte ve Anadolu halkı arasında XIII. yüzyılda şar şeklinde kullanılmaktaydı. Çünkü Orta Anadolu’ya yerleşen Türkmenlerin çoğunluğunu Oğuz boylarından Kınıklar teşkil ediyor ve Kınık boyunun ağız özellikleri arasında h sesi bulunmuyordu. İstanbul ağzında ve Batı Anadolu ağızlarında bu ses yoktur (Karahan, 2000). Şehir sözünün halk ağzında büzülmeye uğramış biçimi şar, eski Türklerde dört tarafı duvarla çevrilmiş olan yerleşme merkezi demektir. Selçuklu döneminde bir sur içine alınarak korunmuş olmak şehirlerin varlığının temel şartıydı ve şehir kavramı öncelikle kale yerleşmesini (kastra, castron) işaret ederdi. Kale ya da sur, aynı zamanda idari ve askeri hâkimiyetin de göstergesiydi. Akşehir’in etrafı da surla çevriliydi[2].
Selçuklu döneminde şehir kavramı, merkezi bir yerleşim yeri ile burayı besleyen çevresini ifade etmek için iki manada kullanılmaktaydı (Baykara, 2000; 95, 180). Ayrıca şehir deyimine idari merkez oluş vasfı sıkı sıkıya bağlıydı. Eğer bir iskân yeri surlarla çevrili olmasına, pazarının ve zanaat erbabının bulunmasına rağmen idari merkez değilse kasaba diye adlandırılmaktaydı (Baykara, 1998; 6). Akşehir, dönemin şehir niteliklerine sahip olmuş ve bu durumu adına yansıtılmıştır.
Selçuklular, Bizans’tan devraldıkları sarp ve erişilmesi güç, kayalıklar üzerine inşa edilmiş kastra (kale-şehir) yerleşmelerinin çoğuna kara kelimesinin renk bildiren anlamının yanında kuzey ya da güç, sarp ve yüksek anlamında karahisar adını vermişler, birbirinden ayırmak için adlarına Sahib, Şarki, Divle gibi ekler yapmışlardı. Anadolu’da adı böyle söylenen on kadar Karahisar bulunuyordu (Özcan, 2008). Bizans’ın kasta dediği bu kale-şehirlere, Türklerin karahisar demiş olmaları, bir tesadüf sonucu değildir. Bu, tamamen Türk kültürüne uygun bir şekilde ve bilinçli olarak yapılmış bir isimlendirmedir. Çünkü Türklerin anlayışına göre, bu yerler, hâkimiyeti ve gücü temsil etmekteydi. Türkçede hâkimiyeti ve gücü ifade eden kavram da kara idi (Koca, 2008: 22). Akşehir, yerleşmenin kastra ya da hisar niteliğine göre değil şehir (şar) özelliğine göre adlandırılmıştır.
Bölgeye yerleşmeye çalışan Türkler Akşehir’i savunma ve askeri özelliklerinden önce iktisadi ve idari faaliyetlerin merkezi olarak seçmiş, kullanmış ve buna göre adlandırmışlardır. Akşehir, Bizanslıların kastra, Selçukluların karahisar dedikleri kale-şehirlerin özelliklerine tam olarak sahip değildi. Savunma açısından doğal kolaylıkları yoktu, kalesi sarp ve erişilmesi güç kayalıklar üzerinde değildi. Akşehir, Strabon’a göre (MÖ 64- MS 24) tamamen ovada, Ramsay’a göre ise hafif bayır üstünde, müdafaasız bir noktadaydı (Ramsay,1960; 90). Doğal savunmanın yetersizliği yüzünden yerli halk buralarda barınamamış, güvenli yerlere göçmüştü. Türk fethi döneminde şehirlerin temel özelliği korunmuş olmasının yanında pazar, yani iktisadi faaliyet merkezi olmasıydı. Fetih ve yerleşme döneminde Akşehir’in şehir (şar) özellikleri kale (hisar) işlevinden daha etkin ve önemli görülmüştür.
Selçuklularda sultan ve beylerin imar ve ihya ettikleri şehirlere kendi adlarının verilmesi yaygın bir uygulama değildi. Anadolu’da XIII. Yüzyıla kadar bunun örneğine rastlamıyoruz. I. Alaaddin Keykubad (1220–1237), 1223’de Bizans tekfuru Kir Fard’ı Selçuklu topraklarındaki Akşehir /Philomelion iktasının başına getirerek karşılığında teslim aldığı Alanya’nın Kolonoros olan adını kendi adına izafeten Alaiye olarak değiştirilmesini bir fermanla emretmiş (Sevim ve Yücel, 1996; 155), halk dilinde bu ad Alaya şeklinde söylenmiştir. Selçuklulardan sonra, Beylikler döneminde Karaman (Larende), Karahisar-ı Sahib, Karahisar-ı Devle (Afyonkarahisar), Beyşehir (Süleyman şehir), Felekabad (Eğirdir) gibi şehirlere beylerinin adı verilmişti.
Selçuklu saray tarihçisi İbn Bibi’nin 1092–1280 arasının tarihini yazdığı eserinde, Aksaraylı Kerimüddin Mahmud’un 1323’de yazdığı kitabında, Yazıcızade Ali’nin eserinde, Karamanoğlu İbrahim Beyin Konya’daki imaretinin ve Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin türbesinin vakfiyelerinde şehrin adı hep Akşehir şeklinde yer almıştır (Uzluk, 1941, Uzluk, 1943, Konyalı, 1945; 44). Karaman, Hamid, Eşref ve Osman oğullarına ait temlikname ve beratlarda, Selçuknamelerde şehrin adı hep böyle geçmektedir (Gökbilgin; 1968; 31). Halk arasında ise XIII. Asrın başlarından itibaren Akşehir’in adı Akşar, Konya Akşari; Afyon Karahisar’ın adı Karasar, Kırşehir’in adı Kır(a)şar Şebinkarahisar’ın adı Harsar olarak yazılıp söylenmiş, genellikle yer adlarındaki hisar takısı sar; şehir takısı da şar biçiminde kullanılmıştır. Akşehir yerine Akşar, daha XIV. Yüzyılın başına ait kaynaklarda (Abul Feda) zikredilmiştir.
Akşehir’den ve adının farklı söylenişlerinden Evliya Çelebi Seyahatnamesinde de söz edilmiştir. Çelebi, 18 Eylül 1648’de Üsküdar’dan başlayan Şam yolculuğu sırasında Akşehir menzilinde de konaklamıştı[3]. Evliya Çelebi şehrin asıl ve resmi adının Akşehir olduğunu belirtmiş ve eserinde bu adı kullanmıştır. Çelebi, Akşehir’in adının halk arasında Akşar, Ahirşehir, Ahşer, Ahşehir gibi çeşitli şekillerde söylendiğini belirtmektedir. Seyahatnamenin bazı tercümelerinde Çelebi’ni şehre Şebinhisar da dediği de kayıtlıdır. Buradaki şebin kelimesinin anlamı ve kökeni açık değildir. Ayrıca sin şeklinde de okunmaktadır. Farsçada Şeb, gece, karanlık; şibh ya da şebih ise benzer, benzeyen demektir. Şebin kelimesiyle yapılmış bilinen yer adı günümüzde bir ilçe merkezi olan Şebinkarahisar’a ait olup bu ad şap madeninden dolayı “şap’ın kara hisarı” anlamında verilmiş (Baykara: 2000b, 2), Afyon Karahisar’a da eski metinlerde Şebin veya Sabin (sahibin) Karahisar denmiştir (Atsız: 1972: 152). Akşehir ve Afyon bölgesinde şap madeni çıkarıldığını gösteren bilgilere sahip olmadığımız için şebin ifadesinin şap kelimesiyle ve Akşehir’le ilişkisi kurulamamaktadır. Seyahatnamenin bazı tercümelerinde Şebinhisar olarak belirtilen ifade daha yenilerinde Evsaf-ı Sinhisar ya’ni Kala-i Aksar biçiminde yer almıştır (Kahraman ve Dağlı, 2006, 3 / 16).
Evliya Çelebi’ye göre Akşehir bir Rum şehri olup Rum kaysenin Sine adlı kızı tarafından ya da onun adına kurulduğundan Rum tarihlerinde adı Sinehisar olarak geçmiştir. Ancak Bizans ve Haçlı kaynaklarında Akşehir Philomelion adıyla yer almış, Sinehisar gibi Türklerin verdiği adlar kullanılmamıştır. Bu adı çağrıştıran Sinethandos, Siniandros yahut Sitriandos adlı şehrin aynı havalide (Paroreios Phrygia) ve Kadınhanı’nda olduğu sanılmaktadır (Ramsay 1960, 446). Başka kaynaklarda ve Akşehir bölgesinde Sinehisar, Sinhisar ya da benzeri bir yer adına rastlanmamıştır.
Akşar, Akşehir’in galatıdır. Bilindiği üzere galat; kaideye uymayan söz, galat-ı meşhur; yanlış olduğu hâlde herkes tarafından kullanılan kelime veya terkip anlamına gelmektedir. Seyahatnamenin başka bölümlerinde şehrin adı hep Akşehir olarak yazılmış, farklı kaynaklarda da şehrin adı Akşehir ya da Akşar olarak belirtilmiştir.
Akşehir adındaki ak sözünün yön bildiren anlamı renk belirten anlamı kadar şehrin durumunu ve konumunu yansıtmakta ve özetlemektedir. Çelebi’nin sözünü ettiği ve halkın benimseyip kullandığı anlaşılan Akşar ve Ahirşehir (Ahirşar) söyleyişlerinden bunu kolayca tespit edebilmekteyiz. Çünkü ak kelimesinin aynı zamanda batı yönünün adı olması ile Arapça ahir kelimesinin son, sonraki anlamına gelmesi Akşehir’in Selçuklu başkenti Konya’ya göre konumunun en öz biçimde tanımını vermektedir. Akşehir, Konya’nın batısında ve Selçuklu döneminde siyasi, askeri, iktisadi sosyal ve kültürel yönlerden en önemli merkez olan Konya’dan önceki son stratejik bölge ve şehirdi. Bu nedenle Akşehir adının batıdaki şehir, son şehir anlamı dönemin şartlarıyla ve gelenekleriyle örtüşmektedir. XII. yüzyıldan itibaren kaynaklarda buranın Karaman ülkesinin batıdaki son şehri olduğu özellikle vurgulanmıştır. Selçuklulara başkent olmasından ve özellikle 1190’da son Haçlıların bölgeden gitmesinden sonra Anadolu’da Konya ve çevresini esas alan yepyeni bir sosyal oluşum, yepyeni bir dönem başlamıştı. Akşehir’in siyasi kaderi Konya ile birlikte şekillenmiştir. Akşehir Konya merkezli Selçuklu hanedanının sayfiye ve sığınma yeri olmuştu. Konya Karaman oğullarının eline geçince Selçuk hanedanı Akşehir’e göçmüştü (Uzluk, 1952; IX). Akşehir yöresi, uc ya da sınırların daha batıya Denizli ve Kütahya taraflarına kaydığı[4] XII. Yüzyılın ikinci yarısına kadar Konya’nın yakın savunma bölgesiydi. Bu nedenlerle Akşehir adındaki ak kelimesiyle şehrin beyazlığından daha güçlü, anlamlı ve gerçekçi olarak Konya’nın batısında bulunduğu belirtilmiş olmalıdır. Kısacası Akşehir Selçuklular için Konya’nın batısındaki son şehirdi ve halk bunu muhtemelen ak ya da ahir kelimesiyle ifade etmiştir.
Akşehir adını divan edebiyatı şairleri XVI. Yüzyılda yazdıkları şiirlerinde Akşehir biçiminde, övgü ve güzellik ifadesi olarak kullanmışlardır. Kanuni Sultan Süleyman’ın himayesindeki Hayali (ölümü 1557) ve II. Selim’in himayesindeki Kütahyalı Rahimi şiirlerinde sevgililerinin yüzünü ve alnını Akşehre benzetmişlerdir. Bu şairlerin Akşehir’i gördüğü ve Rahimi’nin burada alaybeyi olarak görev yaptığı sanılmaktadır (Arıkoğlu 2008, 141).
Akşehre döndi Aydın olup ay yüzünle dehr
Gördi saçunı virdi Karaman hemân harâc (Rahîmî G4/5)
Akşehre alnını yüzün Aydın eline
Miskîn saçını mülk-i Karamana vermezem (Hayâlî G22/3)
Hac menzilleri hakkında 1779 yılında yazılan Nehcetü’l-Menâzil’de, mülûkdan biri şehr-i merkûma uğrayıp beyaz şükûfenin (çiçek) kesretini gördükde Akşehir ta‘bîr etmekle öyle kalmışdır (Konyalı, 1945; 362, Sak ve Çetin, 2004: 219) denmektedir. Aynı kaynağa dayanarak Emeviler zamanında 704 yılı baharında şehri kuşatan İslam orduları komutanı Halife Abdülmelik’in burada gördüğü güzelliği Belde-i Beyza, Şehr-i Beyza sözleriyle ifade ederek şehre Akşehir adını verdiği de söylenmektedir (Bayar, 2007).
Anadolu şehirlerinin efsane, destan ve hikâyelerini anlatan Mehmet Önder Akşehir adının öyküsünü de yazmıştır. Önder’e göre, Anadolu Selçuklu Devletinin kurucusu Süleymanşah (1075–1086) Konya’yı başkent yaptıktan sonra Batı Anadolu’ya düzenlediği büyük sefer sırasında Bizanslıların Filomilolyum dedikleri kasabanın bembeyaz kalesini görünce bu şehrin adı bundan sonra Şehr-i Beyza yani Akşehir olacak demiştir (Önder, 1995; 256–257). Anlaşılacağı üzere Şehr-i Beyza bir adlandırma değil bir vasıflandırma (tavsif) tabiri olarak kullanılmıştır. Ayrıca kaynağı belirtilmeyen ve başka kaynaklarda rastlanmayan bu bilgi tarihi gerçeklikle de pek uyumlu değildir. Çünkü Türkler yeniden kurdukları yerleşim birimlerine yeni Türkçe adlar vermişler ve Akşehir’de 1196’dan sonra yerleşmeye / imara başlamışlardı. Bunun yanında Selçuklu hanedanından Horasan’lı bir asker olan Süleymanşah’ın Farsça şehir ve Arapça beyza kelimelerini Arapça dil kurallarına göre birleştirerek ad vermesi, Konya’nın Selçuklulara başkent olduğu tarih gibi tartışmalı ya da şahısları ve zamanı farklı olayların birbirine bağlanması nedenleriyle anlatım, tarihsel gerçeklik olmaktan çok menkıbe ya da masal çeşnisindedir.
Şemseddin Sami’nin XIX. yüzyılın sonlarında yazdığı Kamusul Alam adlı eserinde ve 1899 yılı Konya salnamesinde Akşehir’in eski adlarının itilaflı olduğu ve buraya Pisidya, Pisidya Antakyası, Soryum denildiği belirtilmiştir (Konyalı, 1945; 17–18 ). Antik dönemde Pisidia bir şehrin adı olmaktan çok coğrafi ve idari bir bölgeyi göstermekte olup Phrigya bölgesinin güneyinde, göller yöresindeydi. Pisidia Antakyası ise Pisidia ve Phrigya sınırında Yalvaç’ın bir kilometre kuzeyinde bir koloniydi. Anadolu’da Antiyakos’un yurdu anlamına gelen Antiocheia adında on altı koloni bulunuyordu[5]. Soryum adı ve Akşehir’le ilişkisi hakkında bilgilere sahip değiliz.
Antik kaynaklar ve arkeolojik bulgular, Akşehir’in milattan üç yüz yıl kadar önce Philomelion adıyla kurulduğunu göstermektedir. Philomelion, Yunan ve eski imparatorluk döneminde büyük ticaret yolu üzerinde, yeni bir mevkide, yeni bir isimle, tekrar bina edilen şehirlerden birisiydi (Ramsay, 1960; 29, 87). Bizans döneminde şehirlerin yerleriyle birlikte adları sıkça değiştirildiği gibi halk dilinde yer adlarının söylenişi dönemlere ve şiveye göre değişmiştir. Ancak Türk egemenliğine kadar Akşehir’in ilk adı değişmemiş, Philomelion olarak yazılmıştır.
Akşehir’in bulunduğu coğrafi bölgenin antik dönemdeki genel adı Phrygia Paroreios idi. Bu isim Helen dilinde dağ dizisi boyunca uzanan Phrygia demekti. Burası Emir Dağı ile Sultan Dağı arasındaki Bolvadin’den Akşehir’e uzanan yüksek vadi bölgesiydi (Ramsay, 1960; 163, Umar, 1993; 663)[6]. Philomelion, bu yöreyi Pisidia’dan ayıran Sultan Dağları’nın ovaya bakan kuzey eteklerinde, kısmen şimdiki şehrin yerindeydi. Yörede bağımsız olarak yaşayan Makedonya kökenli sülalenin generallerinden Lysias’ın babası ya da oğlu Philomelos’un bölgede kendi adıyla bu şehri kurduğu sanılmaktadır (Sevin, 2001: 207–208). Şehrin adı bu Philomelos sözcüğü ile Helen dilinin –yeri anlamındaki -iyon takısından türetilmiş ve Helen ağzına uydurulmuş Anadolulu bir addır (Umar, 1993: 661).
Akşehir’in bilinen ilk adı Philomelion kelimesinin bal sevenlerin yurdu (philo: seven, dost; mel: bal; ion: yeri) anlamına geldiği görüşü yaygındır. Ancak şehrin kurucusu Philomelos’un adından dolayı şarkı sevenlerin, şarkıcıların, güzel seslilerin yaşadığı yer (philo: seven, dost; melos: şarkı) anlamı daha güçlü ve gerçekçidir. Eski Yunancada melos kelimesi şarkı anlamına gelir ve günümüzde kullanılan melodi kelimesinin kökü bu terime dayanır. Philomelos’un bu anlamı bölgenin yerli halkı Phryg’lerin genellikle müzik ve dansta ünlü bir ulus, barışsever insanlar olarak tanımlanmasıyla (Sevin, 2001:194) da örtüşmektedir. Ney’in mucidi sayılan bu ulus musiki sanatında pek ileri gitmiş, ibadeti eğlence ile birleştirmişti. Yörenin yerli halkı, XIII. yüzyıl yazarlarına göre de tabiatları itibariyle oyuna ve raksa pek düşkündürler.
Latince Philomelos kelimesi şarkıcı, ötücü anlamıyla batı dillerinde yaşamış ve günümüze ulaşmıştır. Kelime, Biyoloji literatüründe yerli bir Ardıç Kuşu (Turdus) türü olarak Turdus Philomelos biçiminde yer almış ve Öterardıç olarak Türkçeleştirilmiştir. Türk Dil Kurumu’nun yayınladığı Biyoloji Terimleri Sözlüğüne göre (1998), Latince philomelos kelimesi günümüzde ötücü, şarkıcı, güzel sesli anlamıyla bilinen ve kullanılan bir bilim terimidir. Philomelos kelimesinden türetilen Philomelion kelimesinin Antik çağda bir toplumun özelliklerini yansıtan ve günümüzde de yaşayan şarkıcı, güzel sesli anlamının daha güçlü ve benimsenmiş olduğu anlaşılmaktadır.
Philomelion kelimesinin, türetilmiş öğelerine göre su geçidi halkının yurdu anlamına gelen Pilumawana kelimesinin Anadolu halkının söyleyişinde değişerek Pilumuana, Pilumanion ve nihayet Philomelion şekline girmiş olabileceği -Akşehir Gölü ile Ulupınar (Midas Çeşmesi) suyunun kaynağı arası geçit yerine benzetilerek- ileri sürülmektedir (Umar, 2008; 274). Fakat Philomelion adının Türkler tarafından kullanıldığına veya bilindiğine dair şimdilik hiçbir bilgi yoktur. Örneğin, eskiden Plovdiv = Philopopolis denilen şehrin Filibe adını almasına bezer bir değişme burada söz konusu olmamıştır.
Türklerin kullandığı Akşehir adı, Bizans döneminde ve kaynaklarında klasik çağa kadar Philomelion olarak yazılmıştır (Cahen, 1979; 79, 105). Miladın başlangıç yıllarında yazılan coğrafya kitabında Philomelion olarak yazılan Akşehir (Strabon 1993, 62, 190), 550 yıllarında yazılan Bizans tarihinde Psidyalıların Filomedes dedikleri şehir olarak yer almıştır (Prokopios 2008, 85). Haçlı Seferlerini anlatan Albertus, Philomelion (Akşehir) adını Finimini şeklinde kaydetmiştir (Demirkent 2007, 167). Papa tarafından1245 yılında Moğol (Tatar) hakanını Hıristiyanlığa davet etmek için gönderilen keşiş Simon de Saint Quentin anılarında Akşehir’in adını Finemigle, Philomelion olarak yazmıştır. Yine onun belirttiğine göre, çok ünlü ve çok zengin olan Türkiye sultanlığında kale, köy ve çiftlik mülkleri dışında yüz adet şehir bulunuyordu, bunlardan yirmi beşi beylik merkeziydi ve Akşehir beyliğinin çiftlikleri şehir gücündeydi (Quentin, 2006; 49).
Akşehir, Roma ve Bizans dönemlerinde şehrin kurucusunun adıyla anılmış, Türkler ise konumuna ve çevresinin özelliklerine göre şehri yeniden adlandırmıştır. Akşehir’in Türklerden önceki Roma, Bizans, Rum söyleyişindeki adlarında ak ve şehir anlamına gelen ifadeler bulunmamaktadır. Şarkıcı anlamına gelen Philomelos kelimesini ad yapan –os ekinin yerine –ion eki getirilerek yer adı yapılmıştır. Ak rengin Latince adı albus, Yunanca adı leukus ve Rumca adı aspra’dır. Leuke ya da Leukai beyaz şehir, “ak yerin halkı”, Melaine siyah şehir demek olup Elma Şehri anlamına gelen Latince Maleventum değişerek Beneventum olmuştur (Ramsay, 1960; 226) Anadolu’daki Yunanca yer adlarının tamamına yakını Luvi dilindeki yer adlarından türetilmiştir. Latince, Yunanca ya da Rumca kelime ve takılardan Philomelion adının daha farklı bir anlamına ulaşılamamaktadır.
Türkler, kendilerinden önceki meskûn şehirlerin isimlerine pek dokunmamışlar, yalnızca söyleniş biçimlerini Türkçeye uydurmuşlardı. Nitekim İkonion Konya; Magnesia Manisa; Toğuzlu Denizli yapılmıştı. Bu açıdan Philomelion da uygun bir Türkçe şekle girebileceği halde yörede yerli halk bulunmadığından Türkler şehrin adını öğrenmemiş ve kullanmamışlardır (Baykara, 1990; 38). Ancak, eski adların yeni adlara uymadığı durumlarda Selçuklular zamanında hala eski adların kullanıldığı ve günümüzdeki adların daha sonra verildiği ileri sürülmektedir (Cahen, 1979; 191). Selçuklu dönemini –iki asır sonra- yazan kaynaklardan sadece Saltukname’de Akşehir’in adı Bizans Rumcasına benzeyen Akyanus olarak geçmektedir.
Akşehir adının farklı bir söylenişine 1480’de yazılan Saltukname’de rastlıyoruz[7]. Saltukname yazarı Ebü’l Hayr-ı Rumi’nin bildirdiğine göre Sarı Saltuk (1215–1290), Karavan elinde Akyanus şehrine gelmiş ve burada oturan Nasreddin Hoca (1209–1284) ve Seyyid Mahmud Hayran (ölümü 1268) ile görüşmüştür. Halk ağzından derlenen Saltukname'de Konya bölgesinden Karavan (Kırvan) ili olarak söz edilir (Yüce, 1987; 158)[8]. Saltukname’nin anlatımından Akyanus şehrinin Akşehir olduğu anlaşılmaktaysa da (Boratav, 1996; 52) bu adın kaynağı ve anlamı hakkında açık bir bilgi yoktur. Bu adın Dakyanus’tan gelebileceği (Baykara, 1989: 37), Antiyahaos’un halk dilinde bozulmuş şeklinin Dikyanus olduğu ifade edilmekte (Konyalı, 1997;12), Yanus kelimesinin Alucra ilçesine bağlı Subaşı köyünün adı olarak günümüzde yaşadığı bilinmektedir. Ramsay’ın, Akroenos’un Akru, Kodoenos’un Kodu (Kadys), Otreanas’un Otr, Otrus kökünden geldiğini, Yunanlı Atreus’la Phrygialı Otreus’un aynı şey olduğunu bildirmesinden (Ramsay, 1960; 150, 206), a, e, ı, o harf ve seslerinin konuşma ve yazı dilindeki değişimine ait mülahazalarından -oenos takısının yer bildiren bir ek olduğu anlaşılmaktadır. Bundan Okeanos (Okyanus, Ukyanus, Akyanus) kelimesinin Akşehir adının Türkçe Rumca karışımı bir söyleyiş şekli olduğu sonucu da çıkarılabilmektedir.
Okyanus kelimesi bilinen büyük deniz (bahr-ı muhit, umman, derya) anlamından başka Osmanlı döneminde Arapça büyük lügat kitabı anlamında kullanılmıştır. Meşhur Fîruzâbâdî’nin (1329–1414) Kamusü'l Muhit adlı Arapçadan Arapçaya büyük sözlüğü Ukyânûsü'l Basît (EI-okyanusü’l-Basit fi Tercümetü’l-Kamûsü’l-Muhît) adıyla Mütercim Âsim tarafından 1805–1811 arasında Türkçeye çevrilmiştir (Atsız, 1970; 5).
Okyanus kelimesinin eski Yunanca etimolojisi (O Kîanos: Mavi, Okia-Navs: Hızlı Gemi) Akşehir ve çevresiyle ilgili açık bir özellik bildirmemektedir. Akşehir adının Akyanus olarak söylenişine Saltukname’den başka bir kaynakta rastlanmamıştır.
Bizans tarihçisi Dukas (1400–1470), Murad’ın (Sultan II, 1421–1451) Karaman’dan iki şehir aldığını, Türklerin dilinde bu iki şehirden birine Aksiari (Akşehir), diğerine Beğsarı (Beyşehri) dendiğini belirmektedir (Dukas, 1956; 124). Dukas’ın Bizans Tarihi için Misn tarafından çizilen Küçük Asya haritasında şehirlerden ilki Akşehir, Aksarion, Filomilion olarak üç şekilde, diğeri Beyşehir, Peğsiari olarak yazılmıştır[9]. Aynı haritada Karadeniz, Evksinos Pontos, Akdeniz, Mesogios olarak belirtilmiştir. Dukas bu eserinde, Bizans tarihçilerinin kullandığı eski edebi Yunanca ile birlikte Bizans halkının dilini ve hatta Türkçe kelimeler de kullanmıştır. Bu kaynağın da gösterdiği üzere XV. Asırda da Akşehir’in adı değişmemiş, sadece yazılışı ve söylenişi halk diline uydurulmuştur.
Akşehir’e kalesinin kireç badanası veya ak taşlarla yapılmış olması ya da meyve ağaçlarının beyaz çiçeklerini açtığı bir mevsimde alınmış olması nedeniyle beyaz renginden dolayı Akşehir ya da Akşar adının verildiği rivayet edilmektedir (Konyalı, 1945; 43, Baykara, 1989; 38). Türkler geldiğinde Bizans Anadolusu iktisadi ve medeni bakımdan tamamen sönüp gerilediğinden şehirlerde hayat çöküntü içindeydi. Şehirlerde kalabalık bir nüfus ve buna bağlı olarak canlı bir iktisadi hayat söz konusu değildi. Haçlı ve Bizans saldırıları[10] karşısında göçebe ve akıncı Türklerin bölgede tutunmaya çalıştığı uzun kargaşa döneminde Akşehir gibi tam Bizans sınırındaki ıssız ve neredeyse boş bir kalenin ya da şehrin bembeyazlığı bir rastlantı olmalıdır. Oysaki hiçbir yer adı tesadüfen verilmemiştir. Bu dönemde Akşehir, uc (sınır) şehri olarak sürekli Bizans ile Selçuklu arasındaki mücadelenin meydanı olmuş ve sık el değiştirmiş, yağmalanmış ve yıkılmıştı[11]. Bölge neredeyse boş ve ıssızdı. Bizans tehdidi ortadan kalkınca, XII. asrın sonlarına doğru II. Kılıçaslan (1156–1192) döneminden itibaren Türkler şehri yeniden kurmuş ve adlandırmıştı. Bu nedenlerle yakılmış, yıkılmış bir şehre renginden dolayı Akşehir adının verilmiş olması şüpheli ve tartışmaya açık görünmektedir.
Akşehir, Selçukluların tamamen terk edilmiş yerlerde yarı Türkçe adla yeniden kurdukları şehirlerden birisiydi (Koca, 2008: 28). Bizans İmparatoru Manuel 1146 yılında güvenlik amacıyla Philomelion (Akşehir) şehrinin Hıristiyan halkını Nicomedia (İzmit) sahillerine nakletmiş ve şehir tamamen terk edilmişti. Selçuklu Sultanı I. Gıyaseddin Keyhüsrev, 1196’da fethettiği Maender (Büyük Menderes) Havzasının yerli Hıristiyan halkını beş bin kişilik guruplar halinde sürüp Bizans ve Haçlı savaşlarında ıssızlaşan Akşehir ve çevresine yerleştirmiş, Akşehir’i daimi olarak belirli miktarda askeri kuvvet bulundurulan subaşılık (serleşkerlik) merkezi yapmıştı (Turan, 1996; 353, Sevim ve Yücel, 1989; 138). Sultan I. Alaaddin Keykubad’ın (1220–1237) cami, kervansaray, medrese gibi tesislerle donatarak yeniden kurduğu on dokuz Anadolu şehrinden birisi da Akşehir idi (Koray; 2006; 46). Dolayısıyla Türkler tarafından harap ve terk edilmiş olarak devralınan şehir XIII. asrın başlarında yeniden iskân ve imar edilerek Türk ad verme geleneğine göre Akşehir olarak adlandırılmıştı. Bizans döneminde Philomelion olarak adlandırılan şehre, Türk fethi sonunda Akşehir adının verilmesi, şehrin Türk fetih dönemi öncesinde terk edildiği ya da kentsel işlevlerini kaybetmiş olduğunu belgelemektedir (Özcan, 2005: 1, 4).
Yer adı araştırmalarında ulaşılan sonuçlar başka bir coğrafyada aynı şekilde ve söylenişte olan adların tümünü açıklayabilmelidir (Kurgun 2006, 156). Selçuklu döneminde doğrudan Akşehir adı verilip Akşar denilen veya adında şehir kelimesi kullanılan yerleşim yerleri çok değildir. Bunların adından kaynaklanan ortak özelliği şar da denilen surlarının bulunması ve toprağı, ağaçları, kalesi ya da evlerinin beyaz görünmeleridir. Beyaz görünmeyen ve surla çevrili olmayan şehirlere aynı Akşar adının verilmesi ak ve şar kelimelerine yüklenen anlamların farklı olmasından kaynaklanmış olmalıdır.
Türkiye’de Akşehir adında Konya iline bağlı ilçeden başka şehir yoktur. Bu adın Anadolu halkının söyleyişindeki büzülmüş şekli (galat-ı meşhuru) olan Akşar adında bilinen beş köy bulunmaktadır. Bu köyler Bitlis ili Hizan ilçesi, Denizli ili Acıpayam ilçesi, Erzurum ili Şenkaya ilçesi, Sivas ili Suşehri ilçesi, Bayburt ili merkez ilçesi sınırları içindedir. Bunlardan Suşehri ilçesindeki Akşar’ın adı kelimenin aslı olan Akşehir biçiminde tarih kaynaklarda yer almaktadır. Suşehri (Enderes) yöresinde Akşehir (Akşar) adında köy, ova ve dere (Uzluk, 1941; 153), ayrıca aktif bir kale bulunuyordu. Bu yöreyi Konya Akşehir’inden ayırmak için Abad-ı Akşehir, Akşehirabad, Erzincan Akşehiri, Kemah Akşehiri de denirdi[12]. Bu Akşehir Osmanlı egemenliğinin ilk yıllarında Karahisar-ı Şarki nahiyesine bağlı ve yüz kadar köyü içine alan bir nahiye bölgesinin adıydı. Nahiyenin Akşehir adıyla anılan bir merkezi (nefsi) bulunmuyordu (Acun, 2006; 51). Selçuklu tarihinde Konya ve Erzincan Akşehir’inden başka üçüncü bir Akşehir, Kars taraflarında Gürcistan topraklarında bulunuyor ve buraya Sepidşehr ya da Akhalkelek, Ahalkelek de deniyordu (Sevim ve Yücel, 1989; 8, 50; Turan, 1996; 254, 271). Buralara Akşehir adının neden ve ne zaman verildiğini gösteren bilgilere şimdilik sahip değiliz.
Sonuç olarak, Akşehir, stratejik konumu nedeniyle tarihin her döneminde Selçuklu başkenti ve kültür merkezi Konya’ya yönelen her türlü siyasi, askeri ve ticari hareketin uğrak yeri olmuştur. Bu konumun şehirde olumsuz etkileri daha büyük ve kalıcı olmuş, gelip geçenler yıkımdan başka iz bırakmamıştır. Akşehir zaman zaman imar ve ihya edilmişse de bu durum emsallerinde görüldüğü üzere adına yansımamış, şehir, ilk antik adının dışında kurucusu veya koruyucusunun adıyla anılmamıştır. Şehrin Türkler gelene kadar neredeyse on dört asır aynı Philomelion adını taşıması, Türklerin verdiği Akşehir adının günümüzde de yaşaması şehirde adına yansıtılmış değişme ve gelişme yoksunluğunun başka bir göstergesi niteliğindedir. Zira tarihin her dönemde şehirleri fethedenler yeniden imar ettikleri şehirlere adlarını bıraktıkları, bunun Anadolu’da pek çok örneği bulunduğu halde Akşehir ilk kurucularının verdiği adla yaşamıştır.
Akşehir’in adı Anadolu halkı arasında Akşar olarak söylenmiş, bazı kaynaklarda Aksar, Aksiari, Aksarion, Akyanus (Okeanos) biçiminde yazılmış olmakla birlikte XIII. yüzyıldan itibaren başka bir ismi olmamıştır. Bazı Arap yazarlar Belde-i Beyza, Kureyş gibi kelimelerle şehrin bazı niteliklerine vurgu yapmışlar, ancak şehrin halk arasındaki Akşar ve resmi Akşehir adı değişmemiştir. Çünkü Araplar ve kültürleri bölgeye yerleşmemişti. Araplar Bizans’la mücadelede Anadolu coğrafyasına uyum sağlayamamış, kısa sürede geri çekilmişlerdi. Bölgede günümüze ulaşan pek çok antik köy adı[13] bulunduğu halde Şehrin eski adı olarak belirtilen Sinehisar, Soryum gibi adların kullanıldığını gösteren bilgilere sahip değiliz.
Akşehir adının beyaz bir şehri ifade etmesi kadar, batıdaki şehir anlamına gelmesi de Türk kültürüne ve tarihine uygun bir adlandırmadır. Türkler, renkleri yerleşim yerlerinin adlarında genellikle fiziksel özelliklerin ifadesinde, az da olsa yön bildiren anlamda kullanmışlardır. Akşehir adı, Türklerin yer adlarında renkleri yön bildiren anlamda kullandığı nadir örneklerden birisi niteliğinde görünmektedir.
K A Y N A K Ç A
ACUN, Fatma (2006), Karahisar-i Şarki ve Koyluhisar Kazaları Örneğinde Osmanlı Taşra İdaresi (1485–1569), TTK Yayını, 2006, Ankara.
ATSIZ (Hazırlayan), Evliya Çelebi Seyahatnamesinden Seçmeler, Birinci Basılış, Devlet Kitapları, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1972, s:152–155.
AKŞİT, Ahmet, 2000, Evliya Çelebi’nin Şebinkarahisar Hakkında Verdiği Bilgilerin Değeri, Şebinkarahisar I. Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildirileri, İstanbul, 2000, s: 161–167.
ARIKOĞLU, İsmail (2008), Divan Şiirinde Şehir Adlarının Tevriyeli Kullanımı Aydın-Tire Örneği, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Bahar 2008, sayı:23, s: 137–143.
[1] İsmail ARIKOĞLU, Divan Şiirinde Şehir Adlarının Tevriyeli Kullanımı Aydın-Tire Örneği, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, Bahar 2008, sayı:23, s: 137–143
BAYAR, Muharrem (2007), Akşehir’de Ahi Teşkilatı, Kırşehir, 2007.
BAYKARA, Tuncer (1990), Nasreddin Hoca ve Dönemi, I. Nasreddin Hoca Sempozyumu Bildirileri 15–17 Mayıs 1989 Ankara, Kültür Bakanlığı yayını, Ankara, 1990, s: 33–39.
BAYKARA, Tuncer (1998), Türkiye Selçukluları Devrinde Konya, Konya Valiliği İl Kültür Müdürlüğü yayını, Konya, 1998.
BAYKARA, Tuncer (2000a), Türkiye’nin Sosyal ve İktisadi Tarihi (XI-XIV. Yüzyıllar), Türkiye Diyanet Vakfı yayını, Ankara, 2000.
BAYKARA, Tuncer (2000b), Bir Selçuklu Türk Şehri Olarak Karahisar-ı Şarkî veya Şebinkarahisar, Şebinkarahisar I. Tarih ve Kültür Sempozyumu Bildirileri, İstanbul, 2000, s: 1–4.
BORATAV, Pertev Naili (1996), Nasreddin Hoca, Edebiyatçılar Derneği Yayını, İkinci Basım, 1996, Ankara.
CAHEN, Claude (1979), Osmanlılardan Önce Anadolu’da Türkler, Türkçesi: Yıldız Moran, E Yayınları, 1979, İstanbul.
DEMİRKENT, Işın, Haçlı Seferleri Tarihi, Dünya Yayınları, 2007, İstanbul.
DAĞLI, Yücel ve KAHRAMAN, Seyit Ali (Hazırlayan) (1999), Günümüz Türkçesiyle Evliya Çelebi Seyahatnamesi: 3. Kitap Yapı Kredi Yayınları İstanbul, 1999.
Dukas, 1956, Bizans Tarihi, Çeviren: VL. Mirmiroğlu, İstanbul Fethi Derneği İstanbul Enstitüsü Yayınları, 1956, İstanbul.
EREN, Hasan (1965), Yer Adlarımızın Dili, TDAY Belleten 1965, TDK yayın:264, 2. Baskı, Ankara, 1988, s:155–165.
Evliya Çelebi Seyahatnamesi, Sadeleştiren: Tevfik Temelkuran, Necati Ataş, Üçdal Neşriyat, İstanbul, (tarih yok), cilt: I-II, s:755–767.
GÖKBİLGİN, M. Tayip (1968), XVI. Asırda Karaman Eyaleti ve Larende Vakıf ve Müesseseleri, Vakıflar Dergisi, Sayı: VII, İstanbul, 1968, s:29–38.
KAFALI, Mustafa (1996), Türk Kültüründe Renkler Nevruz ve Renkler, Atatürk Kültür Merkezi yayını, yayına hazırlayan: Sadık Tural, Elmas Kılıç, Ankara, 1996, s:.49–53.
KARADOĞAN, Ahmet (2004), Türk Ad Biliminde Renk Kültü, Milli Folklor, cilt:8, yıl:16 sayı:62 yaz 2004 s:89–99.
KARAHAN, Leyla Anadolu Türk Yazı Dilinin Gelişimi, Manas Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C.3 (Bişkek), s.147–154.
KARAHAN, Leyla 2000, Eski Anadolu Türkçesinin Kuruluşunda Yazı Dili- Ağız İlişkisi, Dördüncü Uluslar Arası Türk Dili Kurultayı, 25–29 Eylül 2000, Çeşme.
KOCA, Salim (2000), Diyar-ı Rum’un (Rum Ülkesi=Anadolu) “Türkiye” Haline Gelmesinde Türk Kültürünün Rolü, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sayı:23, Bahar 2008, sayfa:1–53.
KONYALI, İbrahim Hakkı, (1997), Konya Tarihi, 1997, Ankara.
KONYALI, İbrahim Hakkı (1945), Nasreddin Hocanın Şehri Akşehir Tarihi Turistik Kılavuz, Numune Matbaası, İstanbul, 1945.
KÖPRÜLÜ, M. Fuad, 1981, Bizans Müesseselerinin Osmanlı Müesseselerine Tesiri, Ötüken Yayınları, 1981, İstanbul.
KURGUN, Levent (2004), Yer Adının Yapısı Hakkında, Arayışlar Dergisi, sayı:11, s:145–150, 2004, Isparta.
Kurgun, LEVENT (2005), Türkçe Yer Adlarının Kullanımı ve Yazılışı, Karaman Dil Kültür ve Sanat Dergisi, Karaman Valiliği Yayınları, 2005, s:287–293.
QUENTİN, Simon de Saint (2006), Bir Keşişin Anılarında Tatarlar ve Anadolu 1245–1248, Çeviren: Erendiz Özbayoğlu, Yayıma hazırlayan: Tufan Karasu, Doğu Akdeniz Kültür ve Tarih Araştırmaları Vakfı Yayını, Antalya, 2006.
ÖNDER, Mehmet (1986), Seydişehir Tarihi, Seydişehir Belediyesi Yayını, 1986, Ankara.
ÖNDER, Mehmet (1995), Efsaneleri- Destanları- Hikâyeleriyle Şehirden Şehire Anadolu, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1995, İstanbul.
ÖZCAN, Koray (2005), Anadolu’da Ortaçağ Kent Morfolojisi Selçuklu Çağında Akşehir, Akademik Araştırmalar Dergisi, 2005, sayı:25, sayfa:1–13.
ÖZCAN. Koray (2006) Anadolu’da Selçuklu Kentsel Sistemi ve Mekansal Kademelenme, METU, JFA, 2006/2, (23:2), 21–61.
ÖZCAN, Koray (2008), Anadolu’da Selçuklu Dönemi Yerleşme Tipolojileri II. Karahisarlar, Millî Folklor, 2008, Yıl: 20, Say: 77, s:89–101.
ÖZEY, Ramazan, 2001, Adalar Denizi ve Batı Anadolu Hakkında, Marmara Üniversitesi, Atatürk Eğitim Fakültesi, Marmara Coğrafya Dergisi, sayı.2, İstanbul.
ÖZTUNA, Yılmaz, 1983, Büyük Türkiye Tarihi, Birici Cilt, Ötüken Yayınları, 1983, İstanbul.
PROKOPİOS, Bizansın Gizli Tarihi, T. İş Bankası Kültür yayınları, çeviren: Orhan Duru, 2008, İstanbul.
RAMSAY, W. M, 1960, Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası, Çeviren: Mihri Pektaş, Milli Eğitim Bakanlığı Yayını, 1960, İstanbul.
SAK, İzzet ve ÇETİN, Cemal, 2004, XVII. ve XVIII. Yüzyıllarda Osmanlı Devleti'nde Menziller ve Fonksiyonları: Akşehir Menzilleri Örneği, Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi 16. Sayı, Güz 2004, s:179–221.
SEVİM, Ali ve YÜCEL, Yaşar (1989), Türkiye Tarihi Fetih, Selçuklu ve Beylikler Dönemi, Türk Tarih Kurumu Yayını, 1989, Ankara.
SEVİN, Veli (2001), Anadolu’nun Tarihi Coğrafyası I, TTK yayını, 2001, Ankara.
STRABON, Antik Anadolu Coğrafyası (Geograhika: XII-XIII-XIV), Çeviren: Prof. Dr. Adnan PEKMA, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, Üçüncü baskı, İstanbul, 1993.
TURAN, Osman (1996), Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, 5. Baskı, Boğaziçi Yayınları, 1996, İstanbul.
UMAR, Bilge (1993), Türkiye’deki Tarihsel Adlar, İnkılâp Kitabevi yayınları, 2. Baskı, 1993, İstanbul.
UMAR, Bilge (2008), Phrygia Bir Tarihsel Coğrafya Araştırması ve Gezi Rehberi, İnkılâp Kitabevi yayını, 2008.
UZLUK, Feridun Nafiz (çeviren: M. Nuri Gencosman), (1941), Anadolu Selçuki Tarihi, İbn Bibi’nin Farsça Muhtasar Selçuknamesinden, Uzluk Basımevi, 1941, Ankara.
UZLUK, Feridun Nafiz (çeviren: M. Nuri Gencosman), (1943), Selçuki Devletleri Tarihi, Aksaraylı Kerimeddin Mahmud’un Müsamarat-al-ahyar adlı eserinin Farsça tercümesi Uzluk Basımevi, 1943, Ankara.
YÜCE, Kemal (1987), Saltukname’de Tarihi, Dini ve Efsanevi Unsurlar, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları No: 832, Ankara, 1987.
[1] Aksaray (Archelaus) iskâna ara verilen, Denizli Laodicaea’nın ve Eskişehir Dorylaion’un yakınında, Beyşehir Karaleia’ın yerinde kurulan şehirlerdi.
[2] Günümüze bazı kalıntıları ulaşabilmiş olan Akşehir surlarının ve kalesinin yerinin ve özelliklerinin tespiti şehrin ilk iskanı ile Selçuklu, Beylikler ve erken Osmanlı dönemindeki gelişmesi hakkında yeni bilgiler sağlayacaktır.
[3] İbrahim Hakkı Konyalı, Evliya Çelebi’nin kendi el yazısıyla Akşehir İmaret Camii sütun bileziğine Sultan Dördüncü Murad’ın askerleriyle birlikte Bağdat seferi sırasında 9 Haziran 1638 tarihinde Akşehir’de bulunduğunu yazdığını belirtmektedir (Konyalı, 1945; 118,324, 326). Ancak Evliya Çelebi Seyahatnamesinin Akşehir’i anlattığı bölümünde 1648’de Murtaza Paşa ile birliktede Şam’a gittiğini açıkça belirtmiştir.
[4] Batı Anadolu’da Kütahya ve Eskişehir civarı 1177 ve 1182’de kesin olarak ele geçirilmişti. 1190’da Haçlılar geldiğinde Bizans sınırı bugünkü Denizli idi (Turan, 1996, 214, 223, 266).
[5] Anadolu’da Antakya adını taşıyan kolonilerin bazıları, Hatay (Antiocheia), Adana ( Antiocheia ad Saros), Aydın (Antiocheia ad Maiandros), Tarsus (Antiocheia ad Kydnos), Yalvaç (Isparta) (Antiocheia in Pisidia, Latince Antiocheia Caesareia veya Antiocheia Caesaria, Antiocheia in Phrygia), Gazipaşa (Antalya) (Antiocheia Ad Cragum) şehirlerimizin yakınlarındaydı. ( Kaya, M. Ali, Suriye Krallığı’nın Büyük Menderes Havzasındaki Kolonileri, Tarih İncelemeleri Dergisi XV, 121–136, 2000).
[6] Dukas, bu bölgeye Frigia’nın Salutariası demekte ve Türklerin buraya Karasarın (Karahisar) dediğini belirtmektedir (Dukas, 1956; 143).
[7] Saltukname, Ebü’l Hayr-i Rumi’nin halk ağzından derleyerek 1480’de tamamladığı Sarı Saltuk’un efsanevi hayatını (1215–1290) ve XIII yüzyıla ait olayları anlattığı kitabıdır. Saltukname’de Nasreddin Hoca’nın tarihi/ gerçek kişiliği hakkında en eski bilgiyi, onun kitabının olduğunu ve ilk defa yazıya geçirilmiş hikâyesini buluruz.
[8] Saltukname'de Karaman’dan Kırvan ili, Karavan, Kariban olarak söz edilir. Amasya’ya Harcene, Harcenevan veya Bercan; Trabzon’a Trabanos; Edirne’ye Enderriye, Kırşehir’e Kavaniyye, Ankara’ya Engürü veya Amuriyye, Sinop’a Ceziret’ül- Uşşak ya da Haynub denir.
[9] İzmir civarında Yeni Foça’da yaşayan Dukas, 1341–1462 arasındaki olayları yazmış, 1421’den sonraki olayları bizzat görmüş ve yaşamıştır. Kitabının Türkçe tercümesine esas olan nüshalarında bir haritanın bulunup bulunmadığı belirtilmemiş, “Dukas’ın Bizans Tarihi için MİSN tarafından çizilen Küçük Asya Haritası Mikyas: 1/ 2 000 000” başlıklı harita eklenmiştir. Philomelion’un Akşehir’e lokalizasyonunu Hamilton (İngiliz William J. Hamilton 1836–1837 yıllılarında, Ramsay, 1960; 151) ile 1826 ve 1833 yıllarında Anadolu’ya gelen seyyah-araştırıcı F.V.J.Arundell (Francis Vyviyan Jago Arundell, Papaz, 1780–1846) önerdiği bilinmektedir.
[10] Örneğin, 1101 yılındaki ikinci Haçlı seferine katılan üç büyük ordunun Fransız ve Almanların oluşturduğu kolu, birinci Haçlı seferinin takip ettiği yoldan giderek Akşehir yakınlarında Selçuklu topraklarına girmiş, Türkler tarafından boşaltılan Akşehir’i yakıp yıkarak Ereğli’ye yürümüştü
[11] Bizans İmparatoru Alexis 1106’da doğu sınırlarını Menderes boyunca Akşehir’e kadar uzatmış, Batı Anadolu valiliğini Filokas’a vermişti. İmparator Manuel Komnenos (1143–1180) 1147’de Akşehir’i yağmalamış ve yakmıştı (Turan, 1996; 229, 294, Sevim ve Yücel, 1989; 126))
[12] Erzincan yakınındaki Akşehir’i, 1245–1248 yıllarında Anadolu’yu dolaşan keşiş Quentin, ACHSAR olarak yazmaktadır (Quentin, 2006; 58).
[13] Akşehir yakınlarında Bizans Yunancası kökenli ancak halkın söyleyişine göre kaydedilmiş ve çoğu değiştirilmiş bilinen köy adları bulunmaktadır. Bermendas (Bermende - Savaş), Elfras (Elevres- Ilıcak), Pissias (Bisse – Çamlı), Selandas (Silind – Uncular), Gürnas (Kürnas, Gürnes- Altıntaş), Monas (Kuruçay), Ökasdas (Ökes-Yaylabelen), Melyas (Melles - Söğütlü), Kaiata (Gaita, Agait, Akait - Üçhüyük), Menlik, Akrakos (Eğrigöz, Doğrugöz) Azara ya da Ezara (Azarı-Gözpınarı) köy isimleri günümüzde de bilinmekte ve kullanılmaktadır.